Rüya'lardan sızan bir gerçek

Rüya'lardan sızan bir gerçek

Hamiş Fort'ta bir tanzimat şairi: Ziya Paşa. Bir bank üzerinde memleket meselelerini derinden derine düşünmekte ve kendi kendine "Ya Rabbi, bu ne haldir? Bu Devlet–i Âliye'nin ne cürmü var ki..." diyerek iç çekmekte.

Hafiften bir uyku gözkapaklarını zorluyor şairin. Ve uykunun mahmur diyarına doğru açılan bir yolculukta şair, kendini sarayda buluyor. "Acaba zatı şahane buradalar mı?" diye " hayran hayran etrafa nigeran iken" sultanla yüz yüze geliyor. " Nice senelerden beri hasretini çektiğim ayaklarına ağlayarak kapandım. " diyen şairle padişah arasında fikir alışverişi başlıyor. Padişah soruyor Ziya Paşa cevaplıyor ve konuşmalar bir çözüm paketine dönüşüyor. Bu çözüm önerileri içinde Âli Paşa'nın azli, zaruret gibi gözüküyor. Beklenen oluyor ve Âli Paşa sadrazamlıktan azledilerek Kıbrıs valiliğine tayin edildiyor. Ziya Paşa, ezelî rakibini vapura bindirdikten sonra " mührü Hümayunu yed–i mülûkânelerine teslim etmek" istiyor. İşte bu tablo rüyanın en can alıcı noktasıdır. Paşa ömrü boyunca arzu ettiği mutlu sona çok yaklaşmıştır. Heyhat! Nâdân bir park bekçisinin dürtmeleri ile kendine gelir Paşa. Londra'nın orta yerinde yapayalnızdır. Ah sonu gelmeyen tatlı rüyalar!

1872 Nisan'ının sıcak bir gecesi. Namık Kemal tatlı bir rüya ile mesrûr. Boğaziçi'ni heybetli bakışlarla süzen şair, güneşli bir sahranın orta yerinde, hürriyet perisinin doğduğunu görüyor. Beliğ bir hitabetle halkı hürriyete çağıran ve esaretin kötülüklerini anlatan bulutlara bürünmüş hürriyet perisi, son bir referansla Osmanlı bayrağı şekline dönüşüyor. Ve vatan bir anda ma'mur oluyor boydan boya. Tam bu zevkle mest olacakken vatan şairi uyanıyor uykudan. Gözlerini kapıyor yeniden uyumak o tatlı rüyayı yaşamak için. Heyhat! O, Magosa'da yapayalnız bir şairdir. Ah hayatın acı gerçekleriyle bölünen mutlu rüyalar!

Aslında bu anekdotları nakletmekteki gayem, ne her iki tanzimatçının da Rüya adlı eserini tahlil etmek; ne de Türk edebiyatına unutulmaz eserler bırakan iki şairi levm etmek. Ziya Paşa ve Namık Kemal'den hareketle bir aydın çıkmazı ve tavrı üzerinde kısaca durmak istiyorum. Çünkü bu rüyalar bir dönem aydınının uyanıkken gördüğü bazı düşlerle örtüşmekte. Bu açıdan iki rüya, bir gerçeğin ilginç yansımasıdır diyebiliriz.

Tanzimat sonrası oluşan aydın kimliğinin önemli bir vasfı yalnızlıktır. Aslında yaşadıkları sürecin tabii bir neticesidir bu. Tanzimat aydını, medrese menşeli ulema sınıfını Garp medeniyetine ağyar buluyor, taşralı olarak nitelediği ilim erbabını bir anlamda hor görüyordu. Yeni bir dünya keşfetmenin sarhoşluğu ve ezikliği ile karşı karşıya kalmışlardı. Eşiğine gelip dayandıkları ışıltılı dünyanın geniş kitleler tarafından bilinememesi onları fikir ve eylem platformuna çekti. Paris merkezli öğreti cazibesine, duygusal bir bağlılık –belki de bağımlılık– içinde yaklaşan aydın, yeni tanımlar getirmeye ve bu tanımlar sonucunda yeni konumlandırmalar yapmaya mecbur idi. Zorunluluklar içinde en dramatik avuntu kendilerine düşüyordu. Çünkü dayanacağı bir güç, sığınacağı bir kuvvet yoktu.

Halktan kopuktu bir kere aydın. Vakıa, halk için geliştirdiği kavramlar üzerine epik söylemlerde bulunuyor, şiirler yazıyor, tiyatro eserleri sahneye koyuyor, romanlar kaleme alıyordu; fakat, kitleler güvenmiyordu komitacı aydınına. Isınamamıştı bir türlü kendisine destanlar adayan kalem erbabına. Aydın için biricik teselli, halkı eğitmek, onun seviyesini yükseltmek gibi bir misyona sarılmaktı. Erdemli bir görev haline getirilen bu işlev, kimi zaman bir dayatmaya dönüştü kuşkusuz. Bu psikoloji içinde bulunan entelektüelimizin kendisi hakkında hiç de olumlu kanaatler taşımayan halka dayanması ve onunla bütünleşmesi düşünülemezdi.

İlginçtir, devletten başka sığınacak bir alternatifi yoktu Tanzimat aydınının. Her ne kadar "Çekildik izzet ü ikbal ile bâb–ı hükümetten" deseler de her halükarda saraydan gelecek bir tebessüm çok şeyleri değiştiriyordu. Sürgündeyken bile birçoğu devlet memuru olan bu zümrenin o günün şartları gözönüne alınmadan acımasızca kınanması doğru değil elbet. Çünkü bekledikleri ilgiyi bulamasalar da aydınların başka seçeneği yoktu. Tabii bu arada kendilerini destekleyen bazı güç odaklarına karşı duydukları kuşkuyu da gözardı etmemek gerek...

Tanzimat sonrasında yaşanan süreç içinde kimi zaman güçlü lobiler, kimi zaman sermaye çevreleri, kimi zaman ideolojik cepheler gibi birtakım dayanak noktalarının arandığına şahit olundu. Deneyimlerin bugüne yansıyan birçok sızıntısı ve uzantısı bulunmakta. Neredeyse 150 yıl süren bu mümarese, aydınımızın adeta genetik yapısına işleyen özgüven sorununu genelde çözemedi. Buna rağmen yaşanan tecrübeyi beyhude bir serüven olarak görmek de doğru değil. En azından sürekli horlanan bir kısım olguların kuru bir hamaset, boş bir avuntu olmadığı bir kısım sosyolojik kökenlerinin bulunduğu ortaya çıktı. Bu gerçek karşısında halkın değer yargılarına karşı en azından daha duyarlı davranma gereği hissedildi. Bu tutum değişikliğinin birçok nedeni olsa ve bu konuda bazı çevrelerce birtakım komplo teorileri üretilebilse de bunlar gelinen noktanın vaad ettiği ümitleri, kıracak nitelik taşımamakta. Halkı hor gören aydın, aydını ukala bulan halk zindanında derin bir çatlama olmuştur. Ve o çatlaktan sızan günışığı taze bir sabahı müjdelemekte.
Top