Rüyalarımız

Rüyalarımız

SİNEMA ne kadar gelişirse gelişsin, teknoloji isterse inanılmaz başdöndürücü başarılar elde etsin, zannederim kıyamete kadar bir film en basit ve sıradan bir rüyanın yerini alamayacaktır. Bizi konusuyla, efektleriyle, oyunculuğuyla kendi içine alan; ödüllere boğulmuş, herkesin takdirini kazanmış en muazzam film yapımı bile, günün herhangi bir saatinde herhangi bir yerde öylesine ayaküstü daldığımız anda gözlerimizi kapar kapamaz başlayan alelâde bir rüya kadar etkileyemez.

Üstelik öyle Hollywood filmleri gibi milyonlarca dolar da harcanmaz rüyalarımızda!

Maliyetsiz muhteşem prodüksiyonlu yapımlar gibi hemen her akşam izleriz rüya sinemasını. İşte belki de bu yüzden gerçekliğin rüya denen o iksirli sırrı kurcalaması, sinemanın tüm imkânlarını rüyanın gizemini keşfeden sekanslara ayırması şahsen benim çok hoşuma gider. Yönetmenliğini Cameron Crowe’un yaptığı ve başrolünü Tom Cruise’un oynadığı Vanilla Sky da böylesi bir film.

Aslında film bir ‘ikinci çevrim.’ Yani, daha önce çekildi. Dünya sinemasında ismini her geçen gün daha çok söylettiren Alejandro Amenabar, birkaç yıl önce Avrupa’da (Madrid) Aç Gözünü ismiyle çekmişti aynı filmi. Ancak Amerikalılar altyazılı film izlemekten hoşlanmadıkları için aynı senaryoyu alıp, başrolüne de bir ‘star’ı koyarak tekrar çektiler. Filmin senaryosu da Amenabar’a ait. Yönetmen kendisiyle yapılan söyleşilerde, rüyaya vurgu yaparak, çocukluğundan beri rüyalarını birer sinema tadıyla gördüğünü söylüyor. Şu cümleler onun: “Sinemada korkudan tüylerimin ürpermesine dair ilk anım, çocukken gördüğüm bir rüya. Rüya görmek zaten bir film izlemek değil midir? Benim yaptığım şey, filmlerimde izleyiciyi bir filmi değil, bir rüyayı izlediklerine inandırmak!” İsterseniz baştan sona kurgu oyunları, kader-teslimiyet kavramlarının irdelendiği Vanilla Sky filmini burada bırakıp, Şilili yönetmenin peşine düşelim ve Alejandro Amenabar’ın son filmi The Others’a bakalım. Bir masal anlatıcısının tüyler ürperten cümleleri ve elle çizilmiş figürler ile girilen dünyada, boş ve devasa bir binanın duvarlarını yıkarcasına çınlatan bir anne çığlığıyla sarsılıyoruz.

Sonra mekân olarak bizi gerilere, İkinci Dünya Savaşı yıllarına ve her hâlinden sıradışı birşeyler sezinlediğimiz genç annenin iç dünyasına çekiyor bizi kamera. Ve ilerledikçe karanlık odaların içinde tuhaf seslerin yükseldiği cinnet için bulunmaz bir ortam sarmalıyor bizi. Ve kuşkunun rahatsız edici soruları! Nedir bütün olup bitenler?

Bir bıktırma, delirtme öyküsü mü karşımızdaki? Yoksa hayaletlerle kuşatılan bir evde, bilinmeze direnen genç bir dul kadının sinir harbini mi izliyoruz? Hele bütün bunlara dilsiz bir genç hizmetçi, bakışıyla bile bizi rahatsız eden yaşlı bir dadı ve duruşuyla sabık bir katili andıran titrek bir bahçıvanı eklerseniz tedirgin olmadan koltuktan kalkmak mümkün değil. Şilili genç yönetmen (henüz 30 yaşında) Alejandro Amenabar geçtiğimiz sezon ülkemizde de gösterilen Aç Gözünü (Abre Los Ojos)’tan sonra yine yaşından beklenmeyecek bir olgunluk ve derinlikte bir film ile karşımızda.

Aç Gözünü’de kader üzerine sinemanın o büyülü merceğiyle eğilen Amenabar, son filmi Diğerleri (Others)’ta ölüm-cehennem-A’raf gibi kavramlara yine kendine özgü bir bakış açısıyla eğiliyor. İlk filmini 26 yaşında çekmiş yönetmenin bir başka önemli özelliği ise, filmlerini kendisinin yazması. Kaba bir bakışla izlendiğinde Shyamalan’ın Altıncı His (The Sixth Sense) filminden sonra çekilmiş olmanın bahtsızlığını yaşayacak olan Diğerleri, gerek anlatım biçimi, gerekse mekân kullanımıyla izleyicinin sinema dimağında Hitchcock tarzı bir tat bırakıyor.

Film, tema itibarıyla, ilk etapta klasik bir gerilim filmi şablonuna oturuyor: Grace (Nicole Kidman), güneşe hassasiyeti olan iki çocuğu ile birlikte büyük bir malikanede yaşamaktadır. İkinci Dünya Savaşının bitimleri yaşanmakta ve eşi de savaşta bulunmaktadır. Evindeki hizmetçilerin bir anda yok olmasıyla yeni hizmetçiler almak zorunda kalan Grace, kızının evde farklı varlıkların olduğunu söylemesiyle farklı durumlara da şahit olmaya başlar. Kapkaranlık bir evde yaşamak zorundadırlar ve günden güne hiç umulmadık olaylar oluşmaya başlar. Güçlü bir anne olan Grace, olayların üzerine gitmeye karar verir. Altıncı His filmini izleyenler, “Ölüler, öldüklerini bilmezler” mantığı üzerine kurulan filmin nasıl bir sarsıcı final ile izleyiciyi allak bullak ettiğini hatırlayacaklardır. Gerçi Şilili yönetmen filminin girişinde bize böyle bir parametre vermiyor ama, bir anne ve iki çocuğun yaşadığı kocaman bir malikanenin—zira malikanede elliden fazla kapı bulunmaktadır—nasıl bir korku filmi dekoru olduğunu tahmin etmek güç değil.

Yüksek tavanlı salonlar, devasa pencereler, fısıltılar gelen tavanaraları, eski piyanolar, kilitli kapılar, sisli bahçeler birer karabasan etkisiyle oturuyor belleklerimize. Hele bir de çocuklarının ışığa duyarlı olduğuna inanıp evi 24 saat karanlık ve kilit altında tutan paranoyak annenin varlığını ve yaptıklarını eklersek, korku ve gerilimseverler için muhteşem bir malzeme çıkıyor ortaya. Dekor, tema ve müzik destekli efektlerden sonra, geriye sıkı bir oyunculuk gösterisi kalıyor. Bunu da küçük oyuncu Alakina Man ile evin hizmetçisi rolündeki Fionnula Flanagan ziyadesiyle yerine getiriyor. Katolisizm referanslı kutsal metinlerin sıkça zikredildiği; cennet, cehennem, dünyanın yaratılışı, A’raf gibi kavramlara ilkokul ders notu nazarından bakılan filmde, kendi çapında minik felsefî göndermeler de bulunuyor.

Film boyunca habire düğüm atıyor yönetmen. Soru üstüne soru, şüphe üstüne şüphe ekliyoruz. “Yoksa” diyoruz, “yoksa bütün bu fırıldakları bu hizmetçi tayfası mı çıkardı?” Ya da, “Bu, kendisine öldü dedirttikten sonra aniden sisli bir günde ortaya çıkan kocanın genç ve güzel karısını delirtme entrikası olabilir mi?’ Sorular çoğalıyor ve tedirginliğinizle beraber katlanarak büyüyor. Finale kadar! Finalde başımıza tokmak yemiş gibi olup, bütün filmi tekrar zihnimizde geriye sarıyoruz. Durum böyle ise, şu nasıl oldu kritiğine giriyoruz ve bulmacanın parçalarını oturtup, ruhsal bir rahatlama ile evimize dönüyoruz.

Müziğini bile genç yönetmenin yaptığı Diğerleri, dediğimiz gibi Altıncı His gibi muhteşem bir filmin sonrasında çekilmiş olmanın bahtsızlığıyla beraber, yine sıradışı, yine de lezzet alınarak izlenebilecek bir film. Her ne kadar bizim korku ve tedirginliklerimizle uyuşmayan bir kültürün ürünü olsa da. Genç annenin işe yeni aldığı hizmetçilere söylediği şu söz bile onu izlenilir kılmaya yetmez mi: “Bu evde yıllardır hiçbir şey değişmedi. Işığın dışında. Ve ışık herşeyi o kadar farklı gösteriyor ki?”

Avrupa’nın uç noktalarında, izbe bir malikanenin loşluğu ölümün karanlık girdaplarından tıslayarak perdeye fısıldıyor. Ama şu sorunun cevabı yok ortalıkta: “Ölüm karanlıktan ışığa mı, ışıktan karanlığa mı geçiştir
Top